|
Mercedes değildi ama bizim için daha önemliydi... |
Selbi Hoca’yı ilk tanıdığımda Bitlis Lisesi’nde
öğrenciydim. O da Bitlis Kazım Paşa İlkokulu’nda öğretmen olarak görev
yapıyordu. Dayım kızı Ayten Akpolat’ta aynı okulda öğretmen olarak görev
yapıyordu. İkisi görev yaptıkları okula çok yakın bir evde kalıyorlardı. Arada
bir beni evlerine yemeğe davet ederlerdi. Yaptıkları lezzetli yemeklerin tadını
hep birlikte çıkarırdık. Geç saatlere kadar birlikte vakit geçirir, ilerleyen
saatlerde çok yakındaki öğrenci evime dönerdim.
O
dönemlerde Selbi Hoca bekardı, ancak yasak bir aşk yaşadığı biliniyordu. Evli
bir erkeğe aşık olmuştu, daha sonraları, aşık olduğu erkek eşinden ayrılmış,
Selbi Hoca ile evlenmişlerdi. Biri erkek üç çocuk sahibi olmuşlardı.
Bu
evlilik Ahlat’ta bir ilkti, Selbi Hoca, aşkının peşinden koşacak kadar yürekli ve cesur bir kadın olduğunun
Ahlat’taki ilk örneği olarak dikkatleri üzerine çekiyordu.
Çünkü
o dönemde aşk sözcüğünü telaffuz etmek bile ayıp ve yakışıksız bulunuyordu.
Aşk yaşamak, aşık olduğu insanla evlenmek gibi kavramlar çevrenin baskısı
karşısında ağza alınmayacak kadar abes ve edep dışı sayılırdı.
Tüm
bu baskıcı yaklaşımlara karşın yasak aşklar yaşamın bir parçası olarak devam
ediyordu. Tıpkı onlarda olduğu gibi, onlar “Gönül
Ferman Dinlemez” deyiminin cesur ve yürekli bir örneğini sergilemeyi göze
almışlardı.
Uzun
ve mutlu yıllar geride kalmıştı,
çocukları büyümüş iş güç sahibi olmuşlardı. Selbi Hoca’nın eşi Yaşar
Bey’in, son dönemlerde bazı sağlık
sorunları ortaya çıkmıştı.
Tedavi
için Ankara’ya gelmişlerdi, Gazi
Üniversitesi’nin Gölbaşı Hastanesi’nde tedavi görüyordu. O dönemlerde, ulaşım
olanakları çok elverişli olmadığı için Yaşar Bey’i ziyarete gitmek kolay
olmuyordu. Bizim ise külüstür bir
Volsvagen arabamız olduğu için, fırsat bulduğumuz zamanlarda onları ziyarete
gidiyorduk.
Bu
ziyaretlerimizden gerek Yaşar Bey, gerekse Selbi Hoca çok mutlu olduklarını
ifade ediyorlardı. Bir süre sonra tedavi sona erdi, Yaşar Bey ve Selbi Hoca Ahlat’a döndüler.
Aradan
uzun bir süre geçmişti, ben de annem ve babamı kaybettikten sonra bir fırsatını
bularak mezarlarını ziyaret etmek için Ahlat’a gitmiştim.
Bana ilk
hoş geldin ziyaretine Selbi Hoca gelmişti. Yaşar Bey’in hastalığı sırasında
onları hastanede ziyaret etmemizden ötürü memnuniyetini dile getiriyordu.
Benim
birkaç gün Ahlat’ta kalacağımı öğrenince ısrarla arabaya ihtiyacım olup
olmadığını soruyordu. İhtiyacım olmadığını belirtip, bu nazik düşüncesi için
teşekkür etmeme karşın ikna olmamış, arabasını getirip evin önüne koyduktan
sonra da anahtarını bırakıp gitmişti.
Bir gün
boyunca arabaya hiç dokunmadık, öylece durdu kapının önünde. Ertesi gün götürüp
iade edelim diye düşünüyorduk ki kardeşlerimden birisi ayıp olur, şöyle bir tur
atıp öyle götürüp verirsiniz deyince bu fikir akla yatkın gelmişti.
Ben ve
erkek kardeşim de bu düşüncelerle arabayı götürüp teslim etmek için binip Selbi
Hoca’ya doğru yola çıktık.
Bir ara
nasıl olduysa yönümüz Adilcevaz’a doğru denk gelmişti, tam o sırada acaba
Adilcevaz’a kadar gidip gelsek mi diye aklımdan geçti.
Gayri
ihtiyari olarak, Adilcevaz’a doğru ilerlemeye başlardık, yol çok güzeldi ve
sakindi. Van Gölü ve çevre manzarası gönlümüzü çeldi, buraya kadar gelmişken,
acaba Erciş’e kadar gidip oradaki akrabalarımıza bir merhaba desek mi diye
düşünmeye başladık, aklımıza yattı ve
yola devam ettik.
Bir süre
gittikten sonra, inişsiz, yokuşsuz, cetvel gibi dümdüz bir yola gelmiştik, asfalt güzel ve yol bomboştu. Birden içimden
hafifçe gaza dokunmak geçti, süratimiz artmıştı. Bir ara hız kadranına göz attığımda 140
kilometreyi gösteriyordu, hiçbir sorun yoktu ve keyifle yolumuza devam
ediyorduk.
Bir anda
biraz ilerimizde yolun üzerinde bazı kabarıklıklar gözüme takıldı, dikkatle
baktığımda yolu kapatacak biçimde kocaman kaya parçalarının dizilmiş olduğunu
gördüm.
Taşların
rengi ile asfaltın rengi birbirine yakın olduğu için uzak mesafeden
görememiştim. Sürat fazlaydı, mesafe kısaydı, firen yapamazdım, zorunlu olarak
kayalara çarpmak kaçınılmazdı, ancak
bunu da bilinçli yapmak gerekiyordu.
Çünkü kayayı ortalayarak çarpacak olsam aracın motor
aksamında daha büyük bir hasara sebep olabilirdi. Bunu önlemek için bir
tekerleğin taşa denk geleceği bir şekilde çarpmanın daha uygun olacağını düşündüm ve öyle yaptım.
Kaya
parçasına çarpan araç havaya fırladı, bir süre
sol tekerlek üzerinde ilerledikten sonra güm diye asfalta çakıldı.
Lastik patladığı, cant içine çöktüğü
için bir süre asfalt üzerinde sürüklendikten sonra gürültü patırtı içinde
durdu.
Şok ve panik
içindeydik, bir anda olup bitenleri kavrayamıyorduk. Tüm bunlar olup biterken
aklımı meşgul eden bir başka sorun vardı. Bu bir terör olayı mıydı, yoksa başka
bir şey miydi kestiremiyordum.
Kuşkuyla ve korkuyla arabadan inmeden çevreyi kontrol
ettim, bir süre sessizce dinledim, dikkat çeken bir şey olmadığını anlayınca
usulca arabanın kapısını açıp adımımı dışarı attığım anda yolun kenarından bir
çocuğun oturduğu yerden kalkarak ileride görünen köye doğru hızlıca koştuğunu
gördüm.
Küçük te olsa bir ipucu yakalamıştım en azından, hiçbir şey düşünmeden
çocuğun peşine düşüp kovalamaya başladım. Aradaki mesafe çok fazla olduğu için çocuğa ulaşabilmem
mümkün değildi. Köye doğru koşarak gözden kaybolmuştu.
Yeniden
arabanın başına dönüp meydana gelen hasarı incelemeye ve bu belayı nasıl
atlatacağımızı düşünmeye başladım.
Arabanın sağ ön lastiği parçalanmış, cant içine
çökmüştü. Kaynar sular başımdan aşağıya döküldü, büyüklerimin bana öğütleri
vardı, kimsenin arabasını almayacaksın diye, bu öğüde karşın nasıl oldu da bu
hataya düştüm, kendimi affedemiyordum.
Şok
geçiren kardeşim de arabadan indi, anlamsız ifadelerle birbirimize bakıyorduk,
bölgenin hassasiyeti nedeniyle bunun bir terör hareketi olup olmadığına dair
net bir fikir sahibi olamıyorduk. Çünkü teröristlerin bu eylemi bu çocuğa
yaptırabilecekleri olasılığı göz ardı edilemezdi.
Önce aklımıza uzak mesafeden yapılacak bir silahlı saldırı olasılığı
geldi, bir eylem olmayınca psikolojimiz biraz düzelmeye başladı.
Fazla
oyalanmadan bu ortamdan kurtulmamız gerektiğini düşünüyorduk. Telaşla arabanın
bagajını açıp, stepne olup olmadığını kontrol ettim. Aceleyle stepneyi indirip,
telaşla tekeri değiştirip, yeniden Erciş’e doğru yola koyulduk.
Korku
ve heyecan içinde, yapmış olduğumuz hatanın başımıza açtığı belayı düşünerek
Erciş’e geldik, ilk işimiz bir oto tamircisine gitmek oldu.
Yeni
bir cant ve lastik satın alıp, arabaya
taktıktan sonra stepneyi yerine yerleştirdik. Bu sevimsiz olayı yaşadıktan
sonra, Erciş’e gelmiş olmaktan bir haz duyamayacağımızı anlamak zor değildi.
Tek
düşüncemiz, bir an evvel Ahlat’a geri
dönüp emaneti sahibine teslim etmekti, başka bir kaygımız yoktu.
Ahlat’a döndüğümüzde vakit biraz gecikmiş, hava kararmıştı. Selbi
Hoca’nın evinin zilini çaldığımızda, ne diyeceğimizi bilemiyorduk, süt dökmüş
kedi gibi sus pus olmuştuk.
Bin
bir teşekkürle anahtarı uzattığımızda, şiddetle itiraz ediyordu, bir türlü
anahtarı almıyor, ne zaman işimiz biterse o zaman kendisinin arabayı
aldırtacağını söylüyordu.
Israrla anahtarı uzatıp, bir an evvel oradan ayrılmak istiyorduk. O ise
bizi içeriye davet ediyordu, ısrarlara rağmen vedalaşıp ayrıldık.
Birkaç gün daha Ahlat’ta kaldım, Selbi Hoca ile bir daha karşılaşamadık.
Ama merakımızı da bir türlü gideremedik.
Acaba bu üzücü olaydan haberdar olmuş muydu? Bunu bilemiyorduk. Aradan
uzun yıllar geçmiş olmasına karşın hala bir fikir sahibi olmuş değiliz.
Selbi Hoca’nın Ankara’da yaşayan Gül ve Gonca adlarında iki kızı var,
bunlar iş güç sahibi başarılı insanlar. Gonca ile hiç tanışma fırsatımız
olmadı.
Gül
Hanım ile bir ara Ahlat Belediyesi ile ortak bir AB Hibe Projesi üzerinde
çalışma fırsatımız oldu, bu konularda deneyimli. Bu görüşmelerimiz sırasında
Selbi Hoca’nın Ankara’ya gelip gelmediğini sormuştum. Arada bir geldiğini
söylemişti. Kimi zaman sağlık sorunları için Ankara’ya geliyormuş.
Geldiği zamanı takip edip, Ahlat’ta bana gösterdiği zarif davranışın
karşılığı olmasa da, hiç olmazsa bir yemeğe götürüp, ona olan teşekkür borcumu
yerine getireyim istiyordum.
Bu
arada lütfedip bana uzattığı bu sıcak elin sahibinin canını sıkıp sıkmadığımı
da öğrenebilirim diye umut ediyordum. Ne var ki, günlük meşgaleler buna bile
fırsat tanımıyordu.
Selbi Hoca’nın bir de erkek kardeşi vardı, adı Mehmet, oldukça yetenekli
birisiydi. Öğretmendi, ancak yeteneği mesleğinin önünde gidiyordu.
60’lı ve 70’li yıllarda adını destanlaştırmıştı. Bir yandan oynadığı
futbol ile Türk Futbolunun unutulmaz ismi “Şeytan
Rıdvan” gibi “Tilki Mehmet” lakabıyla Ahlat Aktaşspor Kulübünü başarıdan
başarıya taşıyor, diğer yandan Türk
Tiyatro Tarihi’nin efsane ismi Münir Özkul’a Anadolu’nun tarihi bir kentinde
ben de varım dercesine Ahlat insanının unutamayacağı
başarılı bir performans sergiliyordu.
Mehmet Akyıl Hoca’nın bu renkli yaşamı “Tilki” başlığı altında Ahlat Gazetesi’nin değişik sayılarında
yayımlandı. Ahlat’ın yetiştirdiği bir değer olarak gelecek kuşaklara
taşınmasına vesile olduğumuz için bir sorumluluğu yerine getirmiş olmanın
huzuru içindeyiz.
Selbi Hoca, bir dönem de politikayla ilgilendi. Politikanın ona eşinden kalan bir miras olduğunu düşünüyor olmalıydı. Zira eşi
Yaşar Bey, uzun yıllar politikanın içinde olmuştu.
Bir siyasi partinin İlçe Başkanı olarak bir süre hizmet etti. Elini ve
yüreğini cesaretle taşın altına koyuyordu. Bu yaklaşımı ile de, yörede bir ilki
gerçekleştiren cesur ve yürekli “Türk Kadını” profilini
sergiliyordu..
Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği yolda
yürüyerek, başta Ankara kulisleri olmak üzere politik ortamlarda ilgi gördü ve
büyük sükse yaptı.
Ne
var ki, o dönemde yöre insanı bu
demokratik gelişmeyi içine sindirecek homojen yapıyla henüz buluşmamıştı.
Selbi Hoca’ya sağlık mutluluk diliyor, hizmetlerinden dolayı teşekkürlerimizi
sunuyoruz.